“Sarayın taş döşeli odaları, buz mavisi mermerleri, abanoz kapıları, oymalı sütunları, görkemli direkleri ayaza çaldı. İnce yüzlü cariyeler, aslan yapılı çeriler, şahin bakışlı kapıkulları, kalın
burma bıyıklı çorbacıbaşı, aydınlık yüzlü şehzade, mağrur çehreli valide sultan sarayın soğuğundan ürperdi. Hüzün, gecenin ayazıyla birleşip gün ağarıncaya kadar haşmetli sarayın tek tek bütün odalarını dolaştı. Tan yeri ağarırken gelip sultanın karşısına diz çöktü.“
Kimilerine göre “saltanat“, zebercet kakmalı altın tahtlar, elmas taşlı ışıltılı taçlar, samur kürkler, murassa kılıçlar, yedi cihana hükmetme, üç deryaya söz geçirmeler mânâsını taşımaktadır.
Oysa Osmanlı hanedan mensupları için saltanata talip olma, çoğu zaman yağlı kementler, dilsiz cellatlar, kafes ardında kalma, her an ölümle burun buruna yaşama, tahttan indirilmeler, zindanlar, sürgünler, isyanlar anlamındadır.
Zannedilenin aksine hanedan sahiplerinin nasibine çoğu kez acı gülüşler, nizam-ı alem uğruna can verişler düşmüştür. Bütün bunların ötesine erişip padişahlık elbisesini kuşanan ise, peşinen ince bir yürek sızısını da kabullenmiştir.
Yürek sızısı, ince ince saltanat mensuplarının sol yanında her zaman sızım sızım sızlamış, halkın ferahı adına en büyük bedeli hep ödeyen Osmanoğulları olmuştur. Hakkın huzurunda hesap verme düşüncesiyle, zerre miktar haksızlık etmekten tir tir titreyen Osmanoğulları, aldıkları sorumluluk altında iki büklüm hale gelmişlerdir...
(Tanıtım Bülteninden)