Toplam Tutar: ₺0
Sepet BoşToplam Tutar: ₺0
Sepet BoşBasım Tarihi: Eylül 2016 | Ebat: 13 X 20 | Sayfa Sayısı: 112 |
Kapak Türü: Karton Kapak | Kağıt Türü: 2. Hamur | Dil: Türkçe |
Psikanalitik kuram esas olarak ruh içi çatışma modelini temel alır ve nevrotik durumu insan psikolojisini anlamanın anahtarı olarak koyar. Oysa Heiniz Hartmann, Anna Freud, Ernest Kris, D. Rapaport ve Erik Erikson tarafından geliştirilen “ben psikolojisi“ insan ruhunda nevrotik durum örneğinden bkalkarak anlaşılamayacak nevrotik durum örneğinden kalkarak anlaşılamayacak yönleri, ruh içi çatışmadan arınmış “ben işlevleri“ ve “uyum“ üzerinden açıklamaya çalışır. Uyum kavramını kültürel olanla sınırlamayan Hartmann, bu yapıtında psikanalitik bilgiyi biyoloji, psikoloji, sosyoloji ve felsefe bilgisiyle birleştiriyor ve gerek “normal“ gerekse “anormal“ diye adlandırılan insan davranışlarını açıklamaya yarayacak kuramsal bir çerçeve geliştirmeyi amaçlıyor. Günümüzdeki psikanalitik ben psikolojisinde kullanılan çatışmasız ben alanı, çatışmasız ben gelişmesi, birincil, ve ikincil özerklik gibi bazı temel kavramların doğuşuna tanıklık edişiyle bu kitap modern psikanaliz kuramında bir dönüm noktası sayılmaktadır.
(Arka Kapak)
Psikanaliz birkaç istisna dışında genellikle psikiyatr ve psikologlar tarafından uygulanır. Keza psikanalitik literatüre önemli katkısı olan yazarlar da genellikle psikiyatri veya psikoloji kökenli olmuştur. Üstelik psikanalitik teorinin ana hatlarıyla dahi olsa hem tıp fakültelerinde psikiyatri dersi çerçevesinde hem de psikoloji fakültelerinde okutulması hemen hemen tüm dünyada yaygınlaşmış bir uygulamadır. Bununla beraber psikanalizin gerek tıp ve psikiyatri gerekse psikoloji disiplinleri bakımından daima sorunlu, gerilimli ve tartışmalı bir konumu olagelmiştir. Psikanaliz içinde “ben psikolojisi“ gibi bir akımın doğması bu sorunlu ve tartışmalı konumla yakından bağlantılıdır. Bu nedenle öncelikle psikanalizin akademik çerçevede karşılaştığı güçlüklere ve sebeplerine değinelim.
Psikiyatrinin bünyesinde yer aldığı tıp bir bilim değil, temel doğa bilimlerinin (bilhasa fizik ve kimyanın) uygulama alanıdır. Anatomi, histoloji gibi özel morfolojik bilgi alanlarını bir kenara bırakırsak fizyoloji, biyofizik, biyokimya gibi temel tıp bilimleri denen ve klinik öncesi tıp eğitimini oluşturan disiplinler bile kelimenin epistemolojik anlamıyla birer bilim değil özel bir ortamda (organizmada) fizik ve kimyanın hangi temel kurallarının nasıl çalıştığını inceleyen sistematik bilgi alanlarıdır. Bu nedenle de özünde temel jeoloji veya mühendislik disiplinlerinden farklı değildirler. Tıp disiplinlerinin bu temel fizikalist çerçevesi içinde psikiyatri disiplininin belli bir yer bulması bile ilginç bir tarihi gelişme göstermiştir. Çünkü diğer tıp dalları gerek hastalıkları açıklamak gerekse tedavi tekniklerini geliştirmek için son tahlilde fizik ve kimya kurallarının dışında temel bir bilim alanına başvurmak zorunda kalmazlar. Oysa psikiyatrinin söz konusu ettiği organizma işlevleri ve bozuklukları algı, duygu, düşünce gibi, en azından henüz ne fizikte ne de kimyada yeri ve tanımı olmayan kavramları devreye sokar. Bu durum ciddi bir epistemolojik problem oluşturur.
Psikiyatri disiplini algı, duygu, düşünce gibi organizma işlevlerinin tamamen fiziksel yasalar çerçevesinde çalışan bir organ olan beynin işlevleri olduğunu ciddi bir şekilde delillendirmeyi başarmıştır. Gerçekten de beynin çalışmasıyla ilgili yapılan en ayrıntılı incelemelerde dahi fizik yasalarının çiğnenmediği gösterilmiş ve bilinçli ruhsal faaliyetin beynin fiziksel çalışma tarzının sonucu olduğu kuşkuya pek az yer verecek şekilde ortaya konmuştur. Bugün hangi psikolojik işlevin beynin neresinin ve hatta şimdilik kısmen kurgusal da olsa nasıl bir çalışma tarzının sonucu olarak ortaya çıktığına dair geniş kapsamlı ve ayrıntılı bilgilere sahibiz. Ancak bu fizyolojik bilgiler bir yanıt olmaktan ziyade evrenin en köklü problem alanlarından birini açığa çıkarmaktadır. Beyin tamamen fiziksel yasalar çerçevesinde çalışırken algı, duygu, düşünce gibi bilinçli ve fizik bilimi çerçevesinde henüz tanımı olmayan ruhsal işlevleri nasıl oluşturuyor? Böylece klinikte, felsefe tarihinin en köklü sorusu olan ruh-madde ikilemi bir kez daha ve bütün çarpıcılığıyla ortaya çıkmaktadır.
Bununla beraber bir bilim değil, bilimsel bir uygulama alanı olan tıp kaçınılmaz olarak pragmatiktir. Yanıtlayamayacağı derin teorik problemleri erteleyerek ilerler. Böylece psikiyatri disiplini nasıl büyük bir epistemolojik güçlükle karşı karşıya olduğunu görmezden gelerek işlemekte ve psikiyatrlar da disiplinlerinin temel teorik sorunsalına duyarsızlaşarak günlük pratiklerini sürdürmekte, gözlerinin önünde her an gerçekleşen büyük teorik muammaya aldırmamaktadır. Sonuç olarak psikiyatri disiplini her geçen gün daha fazla ampirik-pragmatik (yani açıklayıcı teori üretiminden yoksun) bir yön kazanmaktadır.
Bir tıp disiplini olarak psikiyatri kaçınılmaz olarak biyolojiyi temel alır. Bu nedenle de öteden beri temel paradigma olarak “organikçi“ bakış açısını benimsemiştir. Ancak psikiyatri, işlevleri konusunda özelleştiği organın (beynin), temel bilimlerle henüz açıklanamayan evrendeki en büyük muammanın ortaya çıktığı yer olmasından dolayı ve pragmatik gerekçelerle tıbın temel fizikalist çerçevesinin dışındaki yaklaşımlara da açık olmak zorunda kalmıştır. Fizikalist temel paradigmanın dışında kalmasına rağmen psikiyatri disiplini tarafından hatırı sayılır bir kabul gören yaklaşımların başında psikanaliz gelir. Çünkü muhtemelen kurucusu Freud’un bir hekim, hatta iyi bir fizyolog olmasının getirdiği bir özellik gereği psikanalitik teori en temel fizikalist çerçevede belli bir tanım bulmasa bile, en azından temel biyolojik kavramlarla çelişmez.
Yukarda da belirttiğim gibi psikiyatri ile psikanalizin ilişkisi hiçbir zaman sorunsuz olmamıştır. Kurucusunun bir hekim ve önde gelen teorisyenlerinin hemen hepsinin psikiyatr olmasına rağmen psikiyatri pratiğinde psikanalize genel olarak daima biraz şüpheyle yaklaşılmıştır. Bu şüphenin temelinde psikanalizin özel şartlarda gözlediğini söylediği fenomenlere (hatta bu fenomenlere getirdiği psiko-dinamik açıklamalara bile bir noktaya kadar) belli bir inançsızlık yer almaz. Psikiyatrların çoğuna göre psikanalizin, oluşturduğu özel psikanalitik ortamda gözlediğini ileri sürdüğü fenomenler doğrudur ve belli bir inceleme düzeyinde iyi açıklanmıştır. Ancak psikanalizi kabul etmeyen pek çok psikiyatra göre psikanaliz zahiri fenomenlerle uğraşmaktadır; psikopatolojik süreçlerin temelindeki esas etkili faktörleri, yani beynin fiziko-kimyasal metabolizmasındaki bozuklukları göz ardı etmektedir. Bununla beraber en azından yakın bir geçmişe kadar önde gelen ve psikiyatri disiplinine katkıda bulunmuş psikiyatrların önemli bir bölümünün aynı zamanda psikanalist olması da açık bir paradokstur.