Bildiğimiz Dünyanın Sonu

Yayınevi : Metis Yayınları
Kategoriler : Sosyoloji (Diğer)
ISBN : 9789753422871
%30
235,00 ₺
164,50 ₺

Kazancınız : 70,50 ₺
Stokta Var
Basım Tarihi: Haziran 2016 Ebat: 13 X 20 Sayfa Sayısı: 288
Kapak Türü: Karton Kapak Kağıt Türü: 3. Hamur Dil: Türkçe

Marx’ın ve Engels’in Manifesto’yu yazmalarından bu yana geçen yüz elliyi aşkın yılda, Marksistlerin “kapitalizm krizi“ ile ilişkileri, “Kurt var!“ diye bağıran çobanın hikayesine benzedi. O dev, sarsıcı ve yokedici kriz bir türlü gelmek bilmiyor. Marksistler de her geçici, kısmi krizi beklenen nihai kriz sanmaktan vazgeçmiyorlar.
Wallerstein’in “Bildiğimiz Dünyanın Sonu“ saptaması, hayata belirlenmiş bir senaryo olarak bakmadığı için bu tür bir “Kurt var!“ haykırışı değil: Yirminci yüzyıl sonlarına kadar ancak kavramsal düzeyde varolan “Dünya Kapitalizmi“nin, iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle birlikte pratik bir olguya dönüştüğünü öne süren Wallerstein, bu dönüşümün bildiğimiz, tanıdığımız Kapitalizm Dünyası’nın sonu olduğunu söylüyor. Bu aynı zamanda, bugüne kadar varolan dünyayı algılama ve kavrama biçimlerimizin, kapitalizmin yükselişiyle birlikte ilahiyatçı kavrayışların üzerinde egemenlik kuran Bilgi Dünyası’nın, yani Newtoncu fiziğe temellenmiş bilimsellik anlayışının sonu.
21. yüzyılın ilk on yıllarının bu iki anlamda da bir altüst oluşa sahne olacağını söyleyen Wallerstein, bu altüst oluşun bir belirsizlik olarak önümüzde durduğuna dikkat çekiyor: Tehlikeleri ve imkanlarıyla bir belirsizlik... Bir yandan bu belirsizlik döneminin koşullarına, ama bir yandan da bizim gerçekten ne istediğimize, tercihlerimizi ne yönde yaptığımıza, yaratıcılığımıza bağlı olarak şekillenecek bir gelecek bu... Daha doğrusu ne olabileceği ve bizim gerçekten ne istediğimiz konularında hepimizi sistemli ve açık bir biçimde düşünmeye çağırıyor.
(Arka Kapak)
Yirmi birinci yüzyılın ilk yarısı, yirminci yüzyılda gördüğümüz her şeyden daha güç, daha düzen bozucu, ama aynı zamanda daha açık olacak bence. Bunu, hiçbirini burada tartışamayacağım üç öncülden yola çıkarak söylüyorum. Birinci öncül şu: Bütün sistemler gibi tarihsel sistemler de ölümlüdür. Bir başlangıçları, uzun bir gelişmeleri ve dengeden uzaklaşıp çatallanma noktalarına ulaştıkça yaklaştıkları bir sonları vardır. İkinci öncül, bu çatallanma noktalarında iki şeyin geçerli olduğudur: Küçük girdiler büyük çıktılar yaratır (oysa sistemin normal gelişme zamanlarında, büyük girdiler küçük çıktılar yaratır) ve bu tür çatallanmaların sonucu bünyevi olarak belirsizdir.
Üçüncü öncül ise modern dünya sisteminin, tarihsel bir sistem olarak ölümcül bir krize girmiş olduğu ve varlığını elli yıl daha sürdürmesinin pek muhtemel olmadığıdır. Gelgelelim, sonucu belirsiz olduğu için, sonuçta ortaya çıkacak sistemin şu an içinde yaşadığımız sistemden daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağını bilmiyoruz, ama geçiş döneminde ortaya sürülen peyler son derece yüksek, sonuç son derece belirsiz ve küçük girdilerin çıkacak sonucu etkileme yeteneği son derece büyük olduğu için, geçiş döneminin ağır sorunlarla dolu korkunç bir dönem olacağını biliyoruz.
Komünizmlerin 1989’daki çöküşünün liberalizmin büyük bir zafer kazandığına işaret ettiği düşünülüyor genellikle. Halbuki ben bunun, dünya sistemimizin tanımlayıcı jeokültürü olarak liberalizmin nihai çöküşüne işaret ettiğini düşünüyorum. Liberalizm esasen, tedrici reformların dünya sisteminin içerdiği eşitsizlikleri ıslah edip keskin kutuplaşmaları azaltacağını vaat ediyordu. Modern dünya sistemi içinde bunun mümkün olduğu yanılsaması, devletleri halklarının gözünde meşrulaştırması ve onlara öngörülebilir bir gelecekte bir yeryüzü cenneti vaat etmesi bakımından aslında büyük bir istikrar unsuru olmuştu. Komünizmlerin çöküşü, Üçüncü Dünya’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin çöküşü ve Batı dünyasında Keynes modeline duyulan inancın çöküşü; bunların hepsi de halkın, her birinin savunduğu reformist programların geçerliliği ve gerçekliğinden hayal kırıklığına uğramasının eşzamanlı yansımalarıydı. Ama bu hayal kırıklığı, ne kadar haklı olursa olsun, devletlerin halkların gözündeki meşruiyetini dayanaksız bırakır ve söz konusu halkların dünya sistemimizin gittikçe artarak süren kutuplaşmasına tahammül etmesini sağlayan her türlü gerekçeyi ortadan kaldırır. Ben bu yüzden 1990’larda gördüğümüz türden epeyce kargaşalık çıkmasını, söz konusu kargaşalıkların şu anki dünyanın Bosna ve Ruandalarından dünyanın (ABD gibi) daha zengin (ve daha istikrarlı olduğu ileri sürülen) bölgelerine yayılmasını bekliyorum.
Dediğim gibi, bunlar sadece öncül; bunlara kanıt göstermeye vaktim olmadığı için doğruluklarına ikna olmamış olabilirsiniz.(1) Dolayısıyla şu anda sadece bu öncüllerimden ahlaki ve siyasi sonuçlar çıkarmak istiyorum. İlk sonuç, her türlü biçimiyle Aydınlanma’nın vazettiğinin tersine, ilerlemenin hiç de kaçınılmaz olmadığıdır. Ama bu yüzden ilerlemenin imkânsız olduğunu kabul ediyor da değilim. Dünya son birkaç yüzyılda ahlaki açıdan ilerlememiştir, ama ilerleyebilirdi. Max Weber’in deyimiyle, “tözel rasyonalite“, yani kolektif olarak ve akıl yoluyla varılmış rasyonel değerler ve rasyonel amaçlar yönünde ilerlememiz mümkün.
İkinci sonuç, modernliğin temel öncüllerinden biri olan, kesinliklere duyulan inancın körleştirici ve sakatlayıcı olduğudur. Modern bilim, yani Kartezyen-Newtoncu bilim, kesinliğin kesinliği üzerine kurulmuştur. Temel varsayım, bütün doğal olguları yönlendiren nesnel evrensel yasalar olduğu, bilimsel araştırmayla bu yasaların belirlenebileceği ve bu yasalar bir kez bilindikten sonra, herhangi bir başlangıç koşulları kümesinden yola çıkarak, geleceği ve geçmişi kusursuz bir biçimde öngörebileceğimiz yönündedir.
Sık sık, bu bilim anlayışının Hıristiyan düşüncesinin sekülerleştirilmesinden ibaret olduğu, Tanrı’nın yerine “doğa“nın ikame edilmesini temsil ettiği ve zorunlu kesinlik varsayımının dinin hakikatlerinden türetildiği, bu hakikatlere paralel olduğu ileri sürülmüştür. Burada bir ilahiyat tartışması başlatmak istemiyorum, ama bana her zaman öyle gelmiştir ki kadirimutlak bir Tanrı inancı –en azından Batı dinleri denen dinlerde (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) ortak bir inançtır bu– aslında kesinliğe ya da en azından herhangi bir insani kesinliğe duyulan inançla mantıksal ve ahlaki olarak bağdaşmamaktadır. Zira eğer Tanrı kadirimutlaksa, o zaman insanlar inandıkları şeyin ebediyen doğru olduğunu ilan ederek sınırlayamayacaklardır Tanrı’yı; aksi takdirde ise Tanrı kadirimutlak olamayacaktır. Modernlik döneminin başlarında yaşamış, birçoğu gayet dindar insanlar olan bilimciler, egemen ilahiyatla uyuşan tezler ileri sürdüklerini düşünüyorlardı kuşkusuz ve yine kuşkusuz, zamanın birçok ilahiyatçısı da onlara böyle düşünmeleri için yeterince sebep sunmuşlardı, ama bilimsel kesinlik inancının dini inanç sistemlerinin zorunlu bir tamamlayıcısı olduğu kesinlikle doğru değildir.
Üstelik, kesinlik inancı doğa biliminin kendisi içinde sert ve bence gayet manidar bir saldırıyla karşı karşıyadır artık. Bunu görmek için Ilya Prigogine’in son kitabı La fin des certitudes’e bakmanız yeter.(2) Prigogine bu kitapta, doğa biliminin hariminde, yani mekanikteki dinamik sistemlerde bile, sistemlerin zaman oku tarafından yönlendirildiğini ve kaçınılmaz olarak dengeden uzaklaştıklarını ileri sürer. Bu yeni görüşlere karmaşıklığın bilimi denmesinin bir nedeni, Newtoncu kesinliklerin yalnızca son derece sınırlı, son derece basit sistemler içinde geçerli olduklarını ileri sürmeleri ise, bir başka nedeni de, evrenin, karmaşıklığın evrimsel gelişimini sergilediğini ve durumların ezici çoğunluğunun lineer denge ve zamanın-tersinirliği varsayımlarıyla açıklanamadığını ileri sürmeleridir.
Üçüncü sonuç da şudur: Evrendeki en karmaşık, dolayısıyla çözümlenmesi en güç sistemler olan insani toplumsal sistemlerde, iyi toplum mücadelesi, sürmekte olan bir mücadeledir. Üstelik insani mücadelenin, en fazla anlama sahip olduğu zamanlar, tam da bir tarihsel sistemden (mahiyetini önceden bilemeyeceğimiz) bir başkasına geçiş dönemleri olmaktadır. Başka türlü söylersek, özgür irade dediğimiz şey, mevcut sistemin denge durumuna geri dönme baskılarına, ancak bu tür geçiş dönemleri olmaktadır. Nitekim, kökten değişim, asla kesin olmasa da mümkündür ki bu da bize daha iyi bir tarihsel sistem aramak için rasyonel bir biçimde, iyi niyetle ve kararlı bir biçimde hareket etmenin ahlaki sorumluluğumuz olduğunu hatırlatır.
Söz konusu sistemin yapısal olarak neye benzeyeceğini bilemeyiz, ama tarihsel bir sistemi, esas olarak rasyonel diye adlandırmamızı sağlayacak ölçütleri ortaya koyabiliriz. Büyük ölçüde eşitlikçi ve büyük ölçüde demokratik bir sistemdir söz konusu olan. Ben bu iki hedef arasında herhangi bir çatışma görmek şöyle dursun, bunların aralarında bünyevi bir bağ olduğunu iddia edeceğim. Tarihsel bir sistem demokratik değilse eşitlikçi olamaz, çünkü demokratik olmayan bir sistem gücü eşitsiz bir biçimde dağıtan bir sistemdir ki bu da onun başka her şeyi de eşitsiz bir biçimde dağıtacağı anlamına gelir. Eşitlikçi olmadığında demokratik de olmayacaktır, çünkü eşitlikçi olmayan bir sistem, bazı insanların diğerlerinden daha fazla maddi imkâna, dolayısıyla kaçınılmaz olarak da daha fazla siyasi güce sahip olacakları anlamına gelir.
Çıkardığım dördüncü sonuç ise, belirsizliğin harika bir şey olduğu ve kesinliğin, gerçek olsaydı, ahlaken ölmek demek olacağıdır. Gelecek hakkında kesin bilgiye sahip olsaydık, herhangi bir şey yapmaya yönelik ahlaki bir zorlama olamazdı. Bütün eylemler tayin edilmiş olan kesinlik içine düşeceği için, her türlü ihtirasın bağımlısı olmakta ve her türlü bencilliği yapmakta serbest olurduk. Eğer her şey belirsizse, o zaman gelecek yaratıcılığa, hem de sadece insanın değil, bütün doğanın yaratıcılığına açıktır. Olasılıklara, dolayısıyla daha iyi bir dünyaya açıktır. Ama oraya ancak ahlaki enerjilerimizi onu gerçekleştirmeye adamaya hazır olduğumuzda, karşımıza hangi kılıkla ve hangi bahaneyle çıkarsa çıksınlar, eşitsiz, demokratik olmayan bir dünyayı tercih edenlerle mücadele etmeye hazır olduğumuzda ulaşabiliriz.