Boksör Böcek

Yazar : Ned Beauman
Yayınevi : Domingo Yayınevi
Kategoriler : Edebiyat / Roman
ISBN : 9786056180170
%35
228,00 ₺
148,20 ₺

Kazancınız : 79,80 ₺
Stokta Son 2 Ürün
Basım Tarihi: Haziran 2021 Ebat: 13.5 X 20.5 Sayfa Sayısı: 243
Kapak Türü: Karton Kapak Kağıt Türü: 2. Hamur Dil: Türkçe

2010 Guardian İlk Roman Ödülü Finalisti 2011 Desmond Elliot Ödülü Finalisti 2011 V&A En İyi Kapak Tasarımı Ödülü "Bu yeni edebiyat gücü karşısında hayranlıktan nefesim kesiliyor ve bundan sonra ne yapacak diye merakla bekliyorum"... -Victoria Moore, Daily Mail- "Seth Roach gibi dokuz ayak parmaklı, bastıbacak bir alkolikten trajik bir kahraman çıkarabilmek ciddi bir hüner gerektirir. Bu sarsıcı zafer Beauman’ın 21. yüzyılın en iyi gerçekçi romancılarından beklenen o karmaşık paradoksal ustalığa sahip olduğunu gösteriyor: Eski ve öngörülebilir bir yapıyı alıp onun yeni ve öngörülemeyen bağlantılar üretmesini sağlamak"... -Scarlett Thomas, Guardian- Nazi eşyaları koleksiyoneri genç bir adam. Bir elli boyunda, dokuz ayak parmaklı, eşcinsel -ve yenilmez- bir Yahudi boksör. Üstün ırk yaratma çalışmaları saplantıya dönüşmüş bir aristokrat. İngiltere’nin en iyi yeni yazarlarından Ned Beauman’ın şaheseri Boksör Böcek, Tarantino’nun henüz çekmediği bir filmin karakterlerini alıp onlara belki de tüm zamanların en ürkütücü olmaya aday karakterini ekliyor: Üzerinde gamalı haç işareti olan bir böcek, bir Anophthalmus Hitleri. Boksör Böcek, okurken bir büyük yazarın ilk sahne aldığı ana tanık olduğunuzu düşündürten, dizginsiz, çığırından çıkmış bir roman. Boksörle böceği birleştiren çılgın proje İngiliz yazar Ned Beauman, ilk romanı Boksör Böcek’te okuru 1930’lı yıllardaki İngiltere’ye götürüp faşist bir bilim adamıyla bir boksörün olağanüstü dünyalarına sokuyor. Bazen aylak aylak yatarken gözlerimi kapatıp yirmi beş yaşına yeni girmiş bir yazarın ilk romanını bir yayıncıya gönderdiği anı hayal ederim. Kabul, bu cümle Ned Beauman’ın Boksör Böcek romanının açılışından etkilenerek yazılmıştır, Beauman burada Nazilerin propaganda bakanı Goebbels’e dair bir hayalden bahseder: "Bazen aylak aylak yatarken gözlerimi kapatıp Joseph Goebbels’in kırk üçüncü doğumgünü partisini hayal ederim." Ama gerçekten de yirmi beş yaşında bir yazarın ilk romanını bu kadar eğlenerek ve severek okuduktan sonra, ondan onun yazacağı tür bir cümleyle bahsetmek büyük bir suç ihtiva etmese gerek. Goebbels’in doğumgünü partisini hayal eden kahramanımız Kevin’in en büyük merakı Nazilere ait her türlü eşyayı toplamak. Çok nadiren görülen bir sağlık durumuna sahip olan ve ölü bir balık gibi kokan Kevin’in Nazi eşyaları koleksiyonu, kendisinin işvereni olan Londralı emlakçı Horace Grublock ile karşılaştırıldığında sönük kalıyor. Grublock aralarında Hitler’in doğumgününde Goebbels’e hediye ettiği Goethe’nin toplu eserlerinin de bulunduğu Nazilerden kalma eşyalarıyla dünyada bu alanda en önde gelen isimlerden biri. Kitabın başında Grublock, Kevin’i kendisi için çalışan bir özel dedektifi bulmak üzere adamın Londra’nın Camden bölgesindeki evine gönderiyor. Burada dedektifin öldüğünü öğrenen Kevin, eşyalar arasında 1936 yılında Doktor Erskine isimli birine hitap ederek yazılmış, "Alman şansölyesi Adolf Hitler" imzalı bir mektup buluyor. "Papalardan, işadamlarından ve devlet başkanlarından hediyeler aldım, ama hiçbiri sizin nazik hediyeniz kadar özel ve şaşırtıcı olmamıştı. Bilim adamının elde edeceği zaferlerin geleceğimiz için askerin elde edeceği zaferler kadar önemli olduğunu hatırlatıyor bu. Umarım beni çalışmalarınız ilerledikçe bilgilendirmeyi sürdürürsünüz - belki de bir gün Üçüncü Reich’ta çalışmanızı sağlarız. Almancanız nasıldır?" Beauman’ın asıl serüveni bu mektubun ardından başlayan romanı, bir yandan Kevin’in cinayeti ve doktor Philip Erskine’in kim olduğunu keşfetme serüvenlerini bir dedektif romanı üslubuyla anlatırken, bir yandan da bizi 1930’ların Londra’sına götürüyor. Bu özellikle ilginç bir dönem: 19. yüzyılın sonlarından İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar insan ırkının, daha doğrusu Batılı insanın mükemmelleşmesi, Avrupalıların en çok ilgilendikleri bilimsel konulardan biriydi ne de olsa. Irkı ıslah etmek üzerine odaklanan öjenik (eugenics) bilimi, bize bugün korkunç gelen ‘ırkı zayıflıklardan arındırma’ yöntemleriyle Avrupa’nın geleceği için kaygılanan pek çok kişinin ilgisini çekmişti (örneğin ünlü yazar H.G. Wells de ırk ıslahını destekliyordu). 1930’larda bu iş iyice ciddiye binmişti. Boksör Böcek’in doktor Erskine’i de bu ırk ıslahı heyecana kapılanlardan; İngiltere’de bir dönem İşçi Partisi geleneğinden gelip faşizme kayan kişiler arasında yer alıyor, İngiliz Faşistler Birliği partisinin kurucusu Oswald Mosley gibilere, siyah gömlekliler denilen faşist gruplara destek veriyor. Öjenik deneyleri yaparak Avrupalı ırkını Şarklı, tembel ve bozuk öğelerinden ayıracak, Hitler’in istediği ve İngilizlerin de artık istemeleri gereken türde çelik gibi kasları ve sinirleri olan, disiplinli ve parlak zekalı üstün insanı yaratacak. Erskine bu fikrini öncelikle hamam böcekleri üzerinde denemeye karar veriyor, bir yandan da sanatını ringlerde icra eden bir Rimbaud’ya benzeyen bir boksörle bir anlaşma yapıyor. "Yaş on altı; yedi profesyonel maç (yenilgisiz); dokuz ayak parmağı; bir yirmi beş boy. Seth ‘Günahkar’ Roach’ı kendisi yapan sayılar bunlardı, hepsi de çok küçüktü, ama ne fark eder? Bugün - 18 Ağustos 1934 - daha şimdiden Londra’nın en iyi genç boksörü olmuştu. Rakipleri için Günahkar’la dövüşmek bir soruşturma gibiydi, her yumruk yanıt bile veremedikleri bir soru, genellikle reddedemedikleri bir suçlamaydı," diyerek bize tanıttığı Seth Roach bir gün ortaya çıkıp kendisine onun vücudunu incelemek istediğini söyleyen bu bilim adamına bir tane geçirmeden edemiyor. Ancak daha sonra kendini çok çaresiz bir durumda bulduğunda Doktor Faust’un Mephistopheles ile yaptığına benzeyen bir anlaşma yapıyor. Erskine bütünüyle onun vücuduna sahip olmak karşılığında Roach’a yatacak yer ve yiyecek sağlıyor, boksör de sabırla kendi üzerinde yapılacak deneylere tahammül etmeye çalışıyor. Yahudi olduğu için zaten Avrupa’da yaşamak onun için zor, erkeklerle birlikte olmayı tercih etmesi de onu toplumun en popüler figürü yapmıyor. Beauman’ın kütüphaneye kapanıp 1930’lara ve Nazi bilimine ait bilimsel çalışmaları inceleyerek yazdığı romanı, dönemin atmosferini çok eğlenceli bir üslupla hayal ediyor, olay örgüsü Dickens ve onun en büyük mirasçısı Kafka’nın romanlarında olduğu gibi anlamsız görünen gizli düzenler, gerçekte sahte bulduğumuz abartılı tavırlarından ibaret olan karakterler ve büyük bir acımasızlık duygusuyla ilerliyor. Sonlara doğru bir malikânede geçen ve sırların bir kısmının çözüldüğü sahne Agatha Christie romanlarını akla getiriyor. Metinde kelebeklere ve kötü niyetli ahmakların eline düşüp onların zalimliklerine maruz kalan zavallı karakterlere olan ilgisiyle tanıdığımız Nabokov’dan da, Nazi döneminde tersten zaman yolculuğu yaptığı ünlü bir roman (Time’s Arrow) yazan Martin Amis’ten de izler var. Guardian gazetesine verdiği söyleşide bir solukta saydığı edebi modelleri ise şu isimlerden oluşuyor: "Ballard, Borges, Chandler, Nabokov, Pynchon, Updike, Waugh, Michael Chabon, William Gibson, China Miéville, David Mitchell, Grant Morrison ve David Foster Wallace." Ama rol modellerini de kitabın insan karakterlerini de bir yana bırakmak gerekiyor. Çünkü Boksör Böcek’in gerçek kahramanları, sırtında birer gamalı haçla dolaşan "Anophthalmus hitleri" ile adını SS liderinden alan sevgili arkadaşı "Anophthalmus himleri". Slovenya’da mağaralarda yaşayan bu böceklerin isimleri gerçekten de 1930’larda bir Alman koleksiyonerin Hitler’e duyduğu saygının ifadesi olarak konulmuş. Boksör Böcek’te Erskine ve boksör deneği Roach arasında bir süre sonra bir eşcinsel ilişkiye dönüşen olayları okurken arka planda bu iki böcek, sessizce bir laboratuvar ortamında geliştiriliyor ve geleceğin Avrupalı insanının modeli olarak hazırlanıyor. Böceklerden hoşlanmayan bir okur için romanın sonu, asla unutamayacağı iğrençlikte bir sahneyi barındırdığı için muhtemelen dayanılmaz olacak. Şimdilerde Berlin’de yaşayan, ikinci romanı Işınlanma Kazası’nı yazmakla uğraşan Beauman artık yirmi beş yaşında değil, insanın ilk romanını yayımlaması için harika bir dönem olan o yılı geride bırakmış. Guardian gazetesinin ilk romanlara verdiği First Book Award’ın geçen yılki finalistlerinden olan romanı, gerçekçi roman ile fantastiğin öğelerini rahatlıkla birlikte kullanması, gülünç sahneler yaratmaktaki başarısı, bilim adamıyla üzerinde deney yaptığı bilimsel nesnesi arasındaki homoerotizmi hayal etmekteki yaratıcılığı ve sürükleyiciliğiyle başarılı bir ilk roman. Romanın çevirmeni Sabri Gürses’le kitaptan bahsederken anlaştığımız bir konu, sürprizli olay örgüsüne bir takla daha attırmayı deneyen son bölüm olmasa, romanın daha başarılı olacağı. Ama yirmi beş yaşında ilk romanını yayımlayan yazara, hele bir de böyle yaratıcı bir iş çıkarmışsa, akıl öğretmek bize düşmez. Kaya Genç’in Milliyet Sanat dergisinin Eylül 2011 sayısında yayımlanan yazısı.